Prof. Dr. Mualla Öncel’e Armağan’da yayınlanmıştır.
Yazarından izin alınmaksızın başka sitelerde yayınlanmaması rica olunur.
Ertuğrul AKÇAOĞLU
Giriş
Bu çalışmanın konusu, bir kurumlar vergisi mükellefinin, ilam uyarınca, bir dar mükellefe yapacağı “ödeme” üzerinden kurumlar vergisi tevkif etme ödevinin bulunup bulunmadığıdır. Bir kurumlar vergisi tam mükellefi ile bir dar mükellefin aralarındaki sözleşmeden kaynaklanan karşılıklı edimlerinin tamamen veya kısmen yerine getirilmemiş olması nedeniyle, bir yargı kararı gereğince tam mükellef kurumun dar mükellef kuruma yapması öngörülen ödemelerin vergi hukuku bakımından nitelendirilmesine ilişkin olan bu sorun, kurumlar vergisi matrahının tespitinde Gelir Vergisi Kanununun 40. maddesinde indirilebilecek giderler arasında sayılan “işle ilgili olmak şartıyla, mukavelemeye veya ilama veya kanun emrine istinaden ödenen zarar, ziyan ve tazminat”ın Kurumlar Vergisi Kanununun 30. maddesi uyarınca vergi tevkifatına tabi bir gelir unsuru olarak nitelendirilip nitelendirileceği noktasında somutlaşmaktadır.
“Tazminat”ın Değerlendirilmesi
Kurumlar Vergisi Kanununun 6. maddesinde safi kurum kazancının tespitinde Gelir Vergisi Kanununun ticari kazanç hakkındaki hükümlerinin uygulanması öngörülmüştür. Bu kapsamda, Gelir Vergisi Kanununun 40. maddesinde, safi ticari kazancın tespitinde indirilebilecek bir gider olarak “işle ilgili olmak şartıyla, mukavelemeye veya ilama veya kanun emrine istinaden ödenen zarar, ziyan ve tazminatlar” da sayılmıştır. Diğer taraftan, Kurumlar Vergisi Kanununun 30. maddesinde dar mükellefiyete tabi kurumların serbest meslek kazançları, gayrimenkul sermaye iratları, telif, imtiyaz, ihtira, işletme, ticaret unvanı, marka ve benzeri gayrimaddi hakların satışı, devir ve temliki karşılığında elde ettikleri bedeller gibi bazı kazanç ve iratlar üzerinden, bu gelir unsurlarını nakden veya hesaben ödeyen veya tahakkuk ettirenler tarafından kurumlar vergisi kesintisi (stopaj) yapılması öngörülmüştür. Bir kurumlar vergisi tam mükellefi ile dar mükellefinin arasında, bu maddede sayılan faaliyetlerden bir veya birkaçını (örneğin, alınan know-how için gayri maddi hak bedeli ödenmesini) konu alan bir sözleşmenin tamamen veya kısmen ifa edilmemesi nedeniyle, tarafların aralarındaki ihtilafı yargı yoluyla gidermeleri neticesinde, tam mükellef kurumun dar mükellef kuruma yapması öngörülen ödeme, tam mükellef kurum bakımından Gelir Vergisi Kanununun 40. maddesi uyarınca bir gider (tazminat) olarak mı; yoksa, dar mükellef kurum bakımından Kurumlar Vergisi Kanununun 30. maddesi uyarınca stopaja tabi bir gelir unsuru olarak mı nitelendirilmelidir?
Bu bakımdan önem taşıyan husus “tazminat” terimine yüklenecek anlam ve Kurumlar Vergisi Kanunu uyarınca tevkifata tabi tutulan gelir unsurlarının belirlenmesinde yargı kararına dayalı ödemelerin temelini oluşturan ilişkilerin dikkate alınıp alınamayacağıdır. Sorun “tazminat”tan ne anlaşılması gerektiğinde düğümlenmektedir.
“Tazminat” kavramının Türk Vergi Hukukunda ayrıntılı biçimde incelendiğini söylemek güçtür. Konuyla ilgili tüm çalışmalarda, safi ticari kazancın tespitinde “işle ilgili olmak şartıyla, mukavelemeye veya ilama veya kanun emrine istinaden ödenen zarar, ziyan ve tazminatlar”ın indirilebilecek bir gider olduğu zikredilerek yazılı bir sözleşme, kanun emri ya da bir mahkeme ilamı gereğince ödenmesi gibi yönleri vurgulanmaktadır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bu noktada Türk Vergi Hukukunun bir zafiyetinden söz edilemez. Vergi hukuku, “tazminat” terimini özel hukuktaki anlam ve içeriği ile dikkate alır. Özel hukukta tazminat, haksız fiilden veya sözleşme ile kararlaştırılan edimlerin yerine getirilmemesinden doğan maddi veya manevi zararın giderilmesi olarak tanımlanır.
Tam iki tarafa borç yükleyen bir sözleşmede, edimlerini yerine getirmeyen, muaccel hale gelmiş borçlarını ödemeyen tam mükellef kurum karşısında dar mükellef kurum da kendi edimlerini ifadan kaçınabilir. Türk/İsviçre Borçlar Hukukunda borçlunun temerrüdü, ifasının mümkün olan bir borcun, ifa zamanı gelmiş (muaccel olmuş) olmasına rağmen ifa edilmemesi olarak tanımlanmaktadır. Borçlunun temerrüdü, ifa programından zaman açısından bir sapma ifade eder. Temerrütün borçlunun kusuruna bağlı olmamasının vurgulanması amacıyla, temerrüt, “ifadaki yükümlülüğe aykırı objektif gecikme” olarak da tanımlanmaktadır. Borçlunun temerrüde düşmesi halinde, asıl borcun yerini tazminat borcu alır. Temerrüt tek başına borcu sona erdiren bir neden değildir. Ancak temerrüt alacaklıya bir kısmı borçlunun kusuruna bağlı, bir kısmı ondan bağımsız bazı ek haklar sağlar. Bu haklardan ilki, alacaklının “aynen ifa ile birlikte ifadaki gecikme nedeniyle uğradığı zararı tazminini” talep edebilmesidir (BK. md. 102/1). Gecikmeden doğan zarar, alacaklının, borçlunun borcunu zamanında ifa etmemesi nedeniyle uğradığı zarardır. Bu zarar, alacaklının mal varlığının mevcut durumu ile borçlu borcunu zamanında ifa etse idi içinde bulunacağı durum arasındaki farktan ibarettir. Temerrüdün para borçlarına özgü bir sonucu olarak bir miktar parayı ödemede temerrüde düşen borçlu, temerrüde düştüğü andan itibaren, sözleşmede veya kanunda belirlenen oran üzerinden temerrüt faizi ödemek zorundadır. Tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde borçlunun temerrüdüne ilişkin bazı özel hükümler mevcuttur. Bu kapsamda, alacaklıya ikinci bir seçimlik hak olarak “aynen ifadan vazgeçip, müspet zararın tazminini talep etme” (BK md. 106) hakkı tanınmıştır. Alacaklının bu yola başvurması sözleşmeyi ortadan kaldırmaz, sadece içeriğini değiştirir: Borçlunun ifasında temerrüde düştüğü asli edim yükümlülüğü, tâli edim (tazminat) yükümlülüğüne dönüşür. Bundan böyle borçlu, ifasının temerrüde düştüğü edimin yerine, alacaklının sözleşmenin ifa edilmemesi nedeniyle uğradığı zararı (müspet zarar) tazmin etmekle yükümlü olur. Bu zarar, alacaklının mal varlığının mevcut durumu ile sözleşmenin zamanında ifa edilmesi halinde içinde bulunacağı durum arasındaki farktan ibarettir. Alacaklıya tanınan üçüncü seçimlik hak “sözleşmeden dönme ve menfi zararın tazminini” talep etme hakkıdır.
Öyleyse, yargı kararından, tam mükellef kurumun ödemelerde temerrüde düşmesi üzerine dar mükellefin hangi seçimlik hakkını kullandığının araştırılması gerekmektedir. “Aynen ifa ile birlikte ifadaki gecikme nedeniyle uğradığı zararın tazmini”nin istenmesi ve mahkemece buna hükmedilmesi halinde aynen ifayı karşılayan tutar Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 30. maddesi uyarınca stopaja tabi olacak, ifadaki gecikmeden doğan zararı karşılayan tutar ise Gelir Vergisi Kanunu’nun 40. maddesi uyarınca tam mükellef tarafından gider olarak indirilebilecektir. Dar mükellefin, “sözleşmeden dönme ve menfi zararın tazmini” ya da “aynen ifadan vazgeçip, müspet zararın tazminini talep etme” haklarından birini kullanması halinde ise asli edim yükümlülüğünün, tâli edim (tazminat) yükümlülüğüne dönüştüğü saptanabilir. Dolayısıyla, tam mükellef kurumun Gelir Vergisi Kanunu’nun 40. maddesi uyarınca gider olarak muhasebeleştireceği, sözleşmede kararlaştırılan ve vergisel sonuçlarında farklılıklar bulunan edimlerden tamamen bağımsız, bir tazminat ödemesi söz konusudur.
Tam mükellef kurumun temerrüdünün bir sonucu olarak dar mükellefin seçimlik hakkını kullanması öncesinde, şüphesiz ki tarafların edimleri sözleşmede öngörülenden ibarettir ve yapılan mal teslimleri ve hizmet ifadeleri mukabilindeki nakdi ve hesabi ödemeler doğal olarak hem alacaklı hem de borçlu bakımından ödemenin karşılık geldiği iktisadi değere göre nitelendirilecek ve bu nitelemeye uygun şekilde vergilendirilecektir. Bu bakımdan, dar mükellefin aynen ifadan vazgeçip, müspet zararı istediği ana kadar, Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 30. maddesinde sayılan türden ödemelerden bu madde uyarınca tam mükellef kurumun sorumlu sıfatıyla vergi tevkifatı yapması gerekecektir. Ancak, dar mükellefin seçimlik hakkını kullanmasıyla borç nitelik değiştirir; sözleşmeden kaynaklanan bir borç olmaktan çıkar; sözleşmeye aykırılığın bir sonucu olarak müspet ya da menfi zararı tazmin borcu halini alır.
Nitekim, Danıştay 4. Dairesi de 13.2.1998 tarih, E. 1997/475, K. 1998/513 sayılı kararında, yukarıdaki açıklama ve analizleri doğrular biçimde, Ankara 8. İdare Mahkemesince sözleşmesi feshedilerek görevine son verilmesine ilişkin işlemin iptaline, dava konusu işlemden dolayı yoksun kaldığı tüm parasal ve özlük haklarının dava tarihinden itibaren uygulanacak yasal faiziyle birlikte tazminine karar verilen davacıya, bu karar uyarınca yapılacak ödemenin davacı görevde iken kendisine aylık, ödenek gibi isimlerle yapılan ödemelerden tüm kesintiler yapılktan sonra kalan miktar olması gerektiği, dolayısıyla davacıya yapılan ödemenin artık ücret olarak nitelendirilmesinin mümkün olmadığı, yargı kararı gereği ödenen bir tazminattan söz edilmesi gerektiği ve 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu’nun 94. maddesinin 1. fıkrasının 1. bendinde hizmet erbabına ödenen ücretlerle 61. maddede yazılı olup ücret sayılan ödemelerden 103 ve 104. maddelere göre tevkifat yapılmasının mümkün olmadığı yönünde karar vermiştir. Vergi idaresinin de benzer değerlendirmeleri mevcuttur. Örneğin, İstanbul Valiliği İl Defterdarlığı Vasıtasız Vergiler Genel Müdürlüğü, bir mükellefin kiraladığı gayrimenkulu kira süresinin dolmasından 23 ay önce tahliye etmesi, bu nedenle karşı tarafça dava edilmesi, dava neticesinde alacak aslı ve diğer masraflar (faiz, yargılama-tebligat ücreti, dava harcı, vekalet ücreti, icra, KDV) olarak ödeme yapması dolayısıyla yaptığı ödemenin (tazminatın) ticari kazancın tespitinde indirilecek gider olarak dikkate alınıp alınamayacağını sorması üzerine verdiği B.07.4.DEF.0.34.11/KVK-14 sayılı muktezasında, şirket faaliyetlerinin ifa edilebilmesi amacıyla yapılan kira sözleşmesinde belirlenen süreye uymaksızın erken tahliye edilen gayrimenkul için ödenen tazminatın akitten doğması nedeniyle ticari kazancın tespitinde indirilecek gider olarak dikkate alınmasının mümkün bulunduğunu beyan etmiştir.
Sonuç
Bir tam mükellef kurum ile bir dar mükellef kurum arasındaki sözleşme ilişkisinden doğan ihtilaf nedeniyle yargı kararı ile ödenmesi hüküm altına alınan tutarlar, yukarıda yapılan analizler çerçevesinde nitelendirilmesi gereken önemli bir konudur.
Buna göre, borçlunun temerrüdü sonucu alacaklının elindeki seçimlik haklardan hangisini kullandığına bağlı olarak ya sadece Gelir Vergisi Kanunu’nun 40. maddesi uyarınca tam mükellef kurumun gider olarak muhasebeleştireceği bir “tazminat” ya da kısmen tam mükellef kurum bakımından bir tazminat ve kısmen dar mükellef kurum bakımından, Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 30. maddesi uyarınca stopaja tabi bir gelir unsuru söz konusu olur. Bu niteleme, ödemenin niteliğine, yargı kararının mahiyetine ve alacaklının hangi seçimlik hakkı kullandığına bağlı olarak değişebilir. Bu tür durumlarda, ödemenin mahiyeti ve vergi sonuçları konusunda bir vergi danışmanı veya mali müşavirden profesyonel destek almak önemlidir.
* Bu yazının basılı metninde yer alan dipnotlar ve kaynakça buraya aktarılmamıştır. Yazının orijinali için Prof. Dr. Mualla Öncel’e Armağan’a bakılmalıdır. Tam metni şuradan da okuyabilirsiniz.